HER YERDE AYNI “ATLILAR”



Bugün heybeme neler dolduracağımı merak ederek gittim Sinemasalı’ya. İlk ipuçlarını Sinemasalı’nın facebooktaki etkinliğinden elde etmiştik. Film Yahudi asıllı bir yazar olan Joseph Kessel’in The Horsemen/Atlılar adlı romanından uyarlanan kurmaca bir filmdi. Bunun iki anlamı vardı: 1)film kurmacaydı; her şeyin gerçek olması gerekmiyordu. 2) yazar Yahudi asıllıydı; tıpkı Peygamber Efendimize hakaret eden şu ünlü film gibi… Her Yahudi gibi İslam’ı yıkmak isteyen, Müslümanları kötüleyen şeylerden hangisini seçmişti acaba?

Kimimiz dile getirmiş, kimimiz getirmemiş olsak da hepimizin ortak olarak düşündüğü, gördüğü bir nokta vardı: Evet Yahudi yazardan esinlenen film yine yapacağını yapmış, Müslüman coğrafyayı pis, gaddar, işe yaramaz, yok edilmesi gereken bir coğrafya olarak göstermeyi fevkalade sahneleriyle beynimize kazımıştı. Burası bakir bir coğrafyaydı ve emperyalizmin bu coğrafyayı kurtarması(!) lazımdı, onlara medeniyet götürmeliydi; çünkü onlar zamanlarını kumar oynayarak, hayvanları dövüştürerek, hatta katlederek geçiren, hiçbir işe yaramaz, üretmez bir toplumdu. Dahası Kur’an’a Muhammed’in sözleri, Kur’an sayfalarına magic (sihir) diyecek kadar cahildi. Kur’an sayfasını okuyacağına, yırtıp yaralı bacağına saracak, sözlerin sahibinden değil, kâğıttan medet umacak; kâğıdı putlaştıracak kadar cahil.

Atına cahil ismini koymuştu ama atı kadar kendi sahibini tanımıyordu. Tıp gibi beşeri ilimleri hayatından silip atmıştı; sanki Allah yerinizde durun, ilerlemeyin demiş gibi. Sanki bir gününü öteki gibi geçiren ziyanda değilmiş gibi…
O coğrafyayı bilenlerimiz, filmde yansıtılanların haklı yönleri olduğundan bahsettiler. O coğrafya dediğimiz eskiden Gazneliler’in yaşadığı topraklar… Yani Türk toprakları…

Evet, Türklerde hayvan vuruşmaları vardı ama bu vuruşmalarda hayvana eziyet edilmez, hayvan asla öldürülmezdi. Ciritte, atılan cirit ata veya insana değerse, o şahıs oyun dışı kalırdı. Filmde bahsedilen Çapandaz en iyi at binicisi demekti ve saygınlığı olan kişiydi. Bu konuda, çoğumuzun bildiği gibi Arslan Küçükyıldız hocamızın da kaynak niteliğinde Çapandaz adlı bir kitabı vardır.

Bilenlerimiz dışında hepimizin inanamadığı nokta; yani bu vahşet bu coğrafyaya ne zaman gelmişti? Afganlar gerçekten böyle lanse edilmeyi hak ediyorlar mıydı? Haklı yönleri olsa da bu Yahudi yazar bunları öyle kullanmıştı ki 1979’da Sovyetlerin işgâli ile sonuçlandı. Tarihe 1969’da The Horsemen kitabıyla düşülen not ve 1971’de aynı adla çekilen film 1979’da Sovyet işgâli ile sonuçlanmıştı. Hatta daha geriye gidersek bu film belki de 1839-1842 yılları arasında süren İngiliz-Afgan harbini haklı gerekçelere dayandırma çabasıydı, ya da ikinci İngiliz-Afgan harbini (1878-1880) ya da Afganistan’ın bağımsızlığını kabul etmeyen üçüncü İngiliz-Afgan savaşını (1919)…

Tarihin düştüğü notları burada paylaşmayacağım; ancak çok uzun işgaller listesinin olduğunu, bu filmin çekildiği sırada, hatta 2. Dünya Savaşı öncesinde bile Afganistan’da birçok reform hareketi olduğunu, Afganistan’ın gelişmekte olduğunu, Türkiye’nin desteklerini, Türkiye’nin destek veremeyeceği Sovyet yakınlaşmalarını, Sovyetlerin komunizmi getirecekleri düşüncesiyle çok Afgan yetiştirdiğini ama savaşlardan, işgâllerden kurtulamayan Afganların tekrar kabile yapılanmalarına döndüklerini, eğitime önem vermedikleri için de geri kaldıklarını bilsek iyi olur diye düşünmekteyim.

Ben tarihçi değilim, belki siz de değilsiniz; ama bunları bilmeden izlediğimiz filme bakarsak, yapılan yaymacayı anlamakta biraz eksik kalırız kanaatindeyim. Yine de emperyalizm her yerde emperyalizm, yapılan oyunlar her yerde aynı.

Bilenlerimiz bu filmin geçtiği, Buzkaşi oyunlarının oynandığı yerin şu anda Amerikan Askeri Üssü olduğundan da bahsettiler… Gerisini siz düşünün.

Bunların dışında; o coğrafyanın zorlu şartları, sapa yolları, dağları vs iyi tanıtılmış, insanların onurlu, gururlu yapısı, sözünün eri olması, töreye bağlılığı bir yanda anlatılırken, diğer yanda para hırsı, açgözlülük yine bu coğrafyada vücut bulmuştu.

Baba ile oğlun psikolojik çözümlemesi, insanı tanıyan abdal kişilikli ata tiplemesi ve sergilenen oyunculuk kabiliyetleri… Bunlar mükemmeldi. Eleştiren arkadaşların çoğu Ömer Şerif’in üstün oyunculuğunun filmi alıp götürdüğünden bahsettiler. Çekimlerden; işin arka planından anlayan arkadaşlarımız öznel kamera kullanılmasının etkileyiciliğinden, atlıların gözünden, yarışmacıların gözünden sahneleri görmenin çarpıcılından bahsettiler. Düşük kare çekim tekniğine not düşmeyi de unutmadılar. Merak edenler belki de en çok bunu araştıracaklardır, ben o kadar teknik bilmiyorum.

Ve sonuç: Sinemasalı’nın 3. Yılı 2 Ekim 2012 saat 18.30’da başladı. Ve bu süreçte bize verilen belki en önemli öğüt eleştirilerin son dakikasında bizi bekliyordu:
 Türkçede ateş uyutmak diye bir tabir vardır. Geceleri ocak söndürülmez, onun üstü külle örtülür. O kül tabakası sabaha kadar durur ve ateşini muhafaza eder. Ateşi sönenler sabahın ilk ışıklarıyla komşudan ateş almaya giderler. İşte bu noktada ateşi hangi komşudan alacağımız önemlidir.

Biz, Türkler olarak çok şükür o ateşe her zaman sahibiz! Ancak kendi cevherimizi yanlış yerde ararsak, tabir-i caizse adamlar gelip “golü atarlar”! Bu nedenle, sadece işimizi bilme gibi bir lüksümüz yok, eğer sinemayla ilgileniyorsak, edebiyatla, tarihle, kendi kültürümüzle, atasözlerimizle vs de ilgilenmeliyiz ki o ateşimiz hiç sönmesin…

Ocağı hep tütenlerden olmak dileklerimle…

Tuğba GÖK

Önceki İçerikStalin’e Hediye
Sonraki İçerikTetro

Yorum

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen adınızı buraya giriniz