İÇİMİZDE BİR ORMAN
İz Bırakma, bir zincirleme uyarlamanın sonucu; yönetmen Debra Granik, filmi Amerikan yazar Peter Rock’ın, 2009’da çıkardığı kitabı Terk Edilişim’den uyarlamış; kitap ise ayrıntılarını çok bilmediğimiz, bunalım yaşayan bir babanın, kızını kaçırıp ormanda bir mağarada yetiştirmesini konu alan bir gazete yazısına dayanıyor.
Film, savaş gazisi Vil ile genç yaşlardaki kızı Tom’un Oregon’da bir ormanda sürdürdükleri yaşama tanıklık ediyor. Başkalarına ihtiyaç duymadıkları bu münferit hayat, yetkililerin onların varlığından haberdar olmaları ve sosyal yardım programına dahil edilmeleri ile birlikte bozuluyor. Bu noktadan itibaren baba kızın yıllar içinde kurdukları bağ, değişen arzuları doğrultusunda incelmeye başlıyor.

Vil ve Tom, birbirlerine o kadar bağlılar ki, bir beden gibi bile düşünülebilir filmin başında. Birlikte hareket ediyorlar, birbirlerine yardım ediyorlar, birbirleri olmadan yaşayamıyorlar; birinin hayatta kalması kaçınılmaz olarak diğerinin varlığına bağlı. Karşılıklı bağımlılıktan doğan, birlik sona erene kadar devam etmeye kararlı bir örüntü oluşturmuşlardır aslında.
Bu bütünlük sadece baba-kız arasında değil, aynı zamanda doğa ile. İzleyiciyi karşılayan ilk görüntü, Vil’in yavaşça içine kaybolduğu ormanın geniş plan çekimi, dolayısıyla açılış sahneleri bu duruma güzel bir örnek olarak gösterilebilir. Kamera, yer yer yabani sarmaşık ve örümcek ağı imgeleri de sunarak önce Tom’u, sonra babasını uzun çekim ile takip ediyor. En yalın, çiğ haliyle doğaya bakıyoruz aslında ve baba-kız ikilimiz bu doğa ile tam bir bütünlük içindeler. Ormanın içinde nasıl hareket edeceklerinin, ne beklemeleri gerektiğinin ve dahası çevrelerine nasıl saygı duymaları gerektiğinin bilincindeler.

Yönetmenimiz Debra Granik de böyle ham bir imgeyi hedeflemiş kafasında. Thomasin McKenzie (Tom) ve Ben Foster (Vil) çekimlere başlamadan önce bizzat izcilik eğitimi almışlar. Dolayısıyla izlediğimiz her şey kurgulanmış olay örgüsünde vardı diyemeyiz. Tıpkı bir belgeselmiş gibi, oyuncular durum neyi gerektiriyorsa onu yapmışlar, üşümeleri gereken yerde gerçekten üşümüşler, yağmur da kendi vaktinde yağmış (tabii filmin düşük bütçeli olmasının da bunda bir payı vardır diye düşünüyorum; nihayetinde yağmur yağdıramıyorsanız veya yağmuru durduramıyorsanız, yağmura ayak uyduracaksınız)
Doğal bir hissiyat sunması gereken çabanın, bu ilk on dakikayı kıyamet sonrası bir film havasına sokması ise oldukça ilginç. En azından benim gözlerim hep bir medeniyet göstergesi aradı. Çok doğal olan bu görüntü, ister istemez doğa-dışı bir şeyler varmış hissi aktarıyor seyirciye. Kendi penceremizden, aslında “evsiz” iki insana bakıyoruz. Film boyunca her sahnenin arkasında varlığını sürdürecek ve zaman zaman yüzeye çıkarak doğa-kültür hakkındaki yerleşik, kalıplaşmış fikirlerimizi sorgulatacak bir kavram bu.

Zamanında toplumun içinde yer edinmiş ve kendi benliğini kurmuş Vil için medeniyet, acıdan başka bir şey değil. “İlerleme” diye nitelendirdiğimiz kavram, ona acı veriyor ve aslında geriye dönük bir arzu taşıyor. Bir zamanlar sahip olduğu bütünlüğü yalnızca kızında değil aynı zamanda doğada arıyor; ne var ki, yakında öğreneceği üzere bu hissin bir yanılgıdan öteye gitmesi mümkün değil. Tom içinse, aslında onun gelişimi göz önünde bulundurulduğunda bir “olgunluğa erişme” serüveni diyebiliriz. Daha önce bir toplumun parçası olmamış, “diğerleriyle” iletişim kurmamış Tom için, sanki hala dil-öncesi bir dönem devam ediyor gibi. “Ben” ve “Sen” arasında henüz bir ayrım kurulmamış. Çünkü ben senim, sen bensin. Ben varlığımı devam ettirebiliyorum, çünkü senin varlığın devam ediyor. Fakat topluma tanıtılır tanıtılmaz, yani bilincinde “diğeri” kavramı yer edinir edinmez, kendi benliğini oluşturma süreci başlıyor ki bu da, tüm kuvvetiyle birlikteliklerine tutunan, bunu yaşam amacı haline getirmiş baba için katlanılamaz bir acı. Ben artık sen değilim. Ben senin dışında varım. Şimdi, varlığımı sürdürebilmek için, içinde bulunduğum toplumun ilkelerini içselleştirmeliyim, bu sebeple yeni arzum yuva kurmak, bir yere yerleşmek. Bu anlayış Tom’da vücut buluyor ve böylelikle bağ, bir daha geri gelmeyecek şekilde kopuyor, yollar ayrılıyor.

Bu ayrılık Vil için ne kadar ıstıraplı ise, asla sahip olamayacağı bir şeyin peşinden azimle koşan, bir nevi boşa kürek çeken birinin hikâyesine şahitlik eden izleyici için de bir o kadar acı verici. Fakat sonunda üzüleceğiz ve ağlayacağız diye izlemeyeceğiz anlamına gelmiyor tabii…
Nihayetinde, filmin değeri fikrimce kalıplara tuttuğu huzur bozan ışıktan ve bu doğrultuda ısrar ettiği sorulardan geliyor: Ev ve sahiplik kavramlarını nasıl tanımlarız? Yalnızlık özgürlük müdür yoksa ceza mı? Beklentilerden kaçmak mümkün müdür?.. Belki de cevabını asla bulamayacağımız, bulsak bile hiçbir iki insan için bir olmayacak sorular. İz Bırakma benim ilk Granik’imdi, fakat bu seyir keyfinden ve açtığı kapılardan sonra son olmayacağı kesin.