TEREYAĞINDAN KIL ÇEKER GİBİ

Tassos Boulmetis, geçmişine sövmeden, milletini hor hakir görmeden de pek âlâ sanatçı olunabileceğini gösteriyor, Bir Tutam Baharat filmiyle. Sinema sanatını, milletinin çıkarlarını hatırlatacak, onların gönüllerini hoş tutacak ve ülkülerini canlandıracak bir araç olarak çok başarılı bir biçimde icra etmiş.

Yazdığı öyküyü yönetmenin üstünlüğüyle, hem konu hem de görüntü bütünlüğünü filmin başından sonuna kadar, ilgiyi azaltmaya fırsat vermeden taşımış. İzleyicisinin ilgi tartımının nerede düşebileceğini sezmiş; ya bir gülmece öğesi eklemiş ya duygu yoğunluğunu artırmış ya da can alıcı bir bilgi paylaşmış, dikkatlerin filmden uzaklaşmasına izin vermemiş.

Peliniki Halanın parkinson hastalığını bir ilgi aracı haline getirerek, film boyunca üç ayrı yerde hem güldürerek izleyiciyi rahatlatmış hem de o ayrımda anlatılan öykünün ne denli önemli olduğunun altını çizmiş.

İstanbullu Sultan ile Atinalı Savvas’ın, senin ailen benim ailem çekişmeleri, İstanbul Atina karşılaştırmaları gibi benzer sahnelerin filmin ilgi ile izlenmesinde önemli payı olmuş.

İstanbul Rumlarının kılık özelliklerini hem yemek, sofra ve mutfak tutkuları hem de kalıcı davranış kalıpları üzerinden vermesi, bunları film boyunca bir öncesini pekiştirecek biçimde yerli yerinde işlemesi, Bir Tutam Baharatı, aynı zamanda bir belgesel sinema filmi havasına büründürmüş.

Şaşkınlık ve olumsuzluk uyandıran bir sözün sonunda şakaklarına, “Aman Allah’ım!” dercesine tokat atmaları; yol ve yön tariflerinde her yanı kolaçan ettikten sonra karar vermeleri gibi aynı kaynaktan beslenildiğine ve Rumların ayrı düşseler bile bir millet olunduğuna işaret eden anlatımlar, yönetmenin niyetlerini ortaya koyan hoş sahneler olarak akılda kalıcı olmuş.

Tassos Boulmetis, bu yön bulma sahnesini ilk önce Fani’nin dedesinin arkadaşları üzerinden bir Atina sokak sahnesinde ve evdeki karşılama sahnesinde, sonra İstanbul’da kalan dedesinin bir kadına tarifiyle ve nihayetinde filmin sonlarındaki sahnede, İstanbul’a dönen Fani’nin bir başka kadına aynı biçimde yön göstermesiyle anlatmış. Benzer anlatımlar, kuşaktan kuşağa geçen özellikleri aktarmanın bir aracı olarak sıkça başvurulan bir yöntem olarak dikkat çekiciydi.

Daha önce seyrettiğimiz, Kıbrıs üzerinden Rum varlığını yorumlayan “Kod Adı Venüs” adlı filmin, “Kıbrıslı” yönetmeninin tercihlerine ters düşen bir film izlettirdi, yönetmen Tassos Boulmetis.

Yönetmenin, tek yanlı da olsa kimlikli ve kişilikli bir tutumla anlattıklarının, muğlak bir duruşla, her yana göz kırpan, riya dolu yaklaşımlarla anlatılanlardan daha etkili olduğunu bir kez daha ortaya koydu.

Öykünün anlatımı kusursuza yakın ve senaryo devamlılığı birbirini besleyen sahnelerle akıcı olunca, dekordaki kimi basitlikleri ve aksesuardaki kimi yanlışlıkları göz ardı edebiliriz, diye düşündüm, bu bir!

Ezanın eksik ya da yanlış okunması, namazın bir türlü doğru kılınamamış olması gibi, oryantalist bakışın etkisiyle taammüden yapılan hatalara diğer filmlerden alışkınız ya, hadi bunları da görmezden gelelim, bu iki!

Ama İstanbullu Tassaos Boulmetis bu türden yanlışları olsa olsa sehven yapmıştır, bunların sözünü etmenin gereği yok dersem, gerçeklikten ve filmin satır aralarındaki yanlı anlatımlardan çok uzaklaşmış oluruz.
 
Türk-Yunan Ortak Yapımı mı?

Filmin bir bölümü Türkiye’de çekildi ve yapımcılar arasında bir İstanbul şirketinin adı geçiyor diye bu filmi bir Türk-Yunan ortak yapımı gibi görmek abesle iştigal. Çünkü filme bir Türk katkısı yok. Hatta diyebilirim ki küçücük bir etkisi bile yok. Daha filmin başında, açılış yazılarında gördüklerimiz, bu iddialı cümleleri söyleten. Yapımcı şirket, kendi adını bile doğru yazılmasını sağlamaktan aciz kalmış, yazı aynen şöyle: Ans Uluslarsi Yapim, Yayin ve Reklamcilik A. S.

Acaba, yabancı dildeki okunuşa uygun olsun diye mi böyle yazmışlar diye düşünmek sanırım çok safça olacak. Basak Koklukaya ve Tamer Karadağli adlarındaki açık yanlışlıkları görünce kanaat getirdim ki, yapımın İstanbul ayağı, bir emir eri gibi davranmış, hiç inisiyatif kullanamamış.

Tamer Karadağlı, filmde Tabip Binbaşı Mustafa’yı oynuyor, Başak Köklükaya ise Saime’yi.

Mustafa, Fannis’le birlikte göründüğü hamam sahnesinde göbekli haliyle sağlıksız bir hekim ve hantal bir asker olmanın ötesinde diğer oyuncuyu parlatan bir alt kişilik görünümdeydi.

Tamer Karadağlı’nın, George Corroface’den daha az yetenekli olduğunu düşünmüyorum. Ama bu ikilinin sahnelerinde, Mustafa, ezik duruşunu örtmeye çalışan kasıntı oyunuyla ve asık suratlı itici tavırlarıyla hep Fanis’in gerisinde kaldı. Üstüne bir de, biz Yunanlılardan çok şey öğrendik, cümlesi gelince Tabip Binbaşı Mustafa, oluverdi zavallı Mustafa.

Yönetmen böyle istediyse, yapımcı da bunun için para ödediyse, yapacak bir şey yoktu, denilebilir. Zaten başta da belirtmiştim; bu bir İstanbul doğumlu,Türkiyeli yönetmenin filmiydi ve o şimdi bir Yunan, yani Helen, yani Grek’ti. Yeni “Habitusuna” uygun davranması en doğal hakkıydı ve o hak, uzun yıllardır egemen güçlerin hukukunun yansımasıydı.
 
“Dünyadaki hiçbir şey için biz oradan vazgeçmeyiz!”

Antik Grek medeniyetini kendi medeniyetlerinin temeli olarak görmek ve göstermek eğilimindeki egemenler, Grek, Grek diyorsunuz da hani nerede bu Grekler gibi sorgulayıcı arayışların önünü kesmek için 1830 yılında tezgâhladıkları bir kanıtla durumu güncellediler. Osmanlı Devleti’nin kalbindeki Mora Yarımadasında, Türklerin Yunanistan, Helenlerin Hellas ve Egemenlerin Greek diyeceği bir “Devlet” kurdurdular.

Egemenler yani o günkü küresel güçler, işbirliği içerisinde oldukları ve gelişip palazlandırdıkları komitacılar vasıtasıyla adım adım ilerlediler. Önce sorun oluşturdular, sonra o sorunları bahane ederek terör ve tedhişe yöneldiler ve nihayetinde yaşanan kargaşadan istedikleri düzeni yarattılar.

Ayaklandırdıkları ayrılıkçılara, 47.576 km² toprağı olan bağımsız bir devlet hediye ettiler. Helenler bayram etti, kurulan yeni masal, eski düşlerinde görünmeye başladı; “Megalo İdea”.

1453 yılından beri, İstanbul diye diye Konstantinapol’u unutturan Türklerin, yedi düvelce köşeye sıkıştırılmasıydı, Helenleri kendine getiren. Türkleri tepelemeye niyetli yeni hâmileri ile yönlerinin aynı olduğunu fark ettiler ve fırsatı değerlendirdiler. 1878 Berlin, 1913 Londra, 1913 Bükreş, 1914 Londra, 1914 Nevilly ve 1947 Paris antlaşmalarıyla yüzölçümlerini 132.562 km’ye çıkardılar.

Müthiş bir başarıydı bu; hiç savaş kazanmadan, Türkleri bir kez dahi yenmeden, Mora’dan başka Batı Trakya’yı, Oniki Adaları ve Girit’i, Yunanistan diye tescil ettirdiler.

Genişleme isteği, büyük ülkü de diyebileceğimiz “Megalo İdea” kaynaklıydı ve temeli, çok gerilerde saklıydı. Türkler, Alparslan Gazi önderliğinde, 1071 yılında eski yurtları Anadolu’yu Bizans işgalinden kurtardığında başlamıştı, Helenlerdeki Türk düşmanlığı.

Rum Ortodoks Kilisesinin yönlendirmeleriyle, Türkleri, varlık sebeplerinin düşmanı ilan etmişler, ahaliyi, yıllar içinde sıkışıp kalmışlıklarının sebebinin Türkler olduğu fikrine inandırılmışlardı. Şimdi o yitik geçmişi yeniden bulma, ilerleme zamanıydı ve durmayacaklardı: Türkler, Mora’dan atılacak, Trakya’dan kovulacak, İstanbul yeniden Konstantinapol olacak, adalar, Girit ve Kıbrıs zapt edilecek, Anadolu ele geçirilecek, Türklerden temizlenecekti.

Film bu sözleri yeniden ve yeniden anlatan benzetmeler ve vurgularla dolu:

Fanis henüz yirmili yaşlarda. Dayısının yemek yapmasını bilmeyen Lela ile evlenmesini önlemek maksadıyla ona, halasının annesine yaptığı gibi, yanlış tarifle, berbat bir hünkârbeğendi yaptırıyor. Tüm aile masa başında ve sonuç Fanis’in istediği gibi oluyor. Baba Savvas kızgın ve konuşma büyükbabanın gelmesine uzanıyor. Atinalı Savvas, büyükbabanın gelmeyeceğini söylüyor; “Büyükbaba yıIlardır buraya gelmedi. Çünkü gelmek istemedi. O İstanbul’u asla terk etmez. Dünyadaki hiçbir şey için hiç birimiz oradan vazgeçmeyiz.” Diyor ve ima ile ekliyor; “Ben de az daha dinimi terk edecektim, İstanbul’dan ayrılmamak için.”

Megalo İdea bir hayaldi ama yaşanılan iki dünya savaşı bu hayalin gerçek olabileceğini göstermiş, daha şimdiden büyük kazanımlar elde edilmiş ve bir sonraki hedefe Kıbrıs konulmuştu.

Megalo İdea’ya ulaşmak için kurulan ENOSİS, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama çabasına önemli bir katkı sağlamış ve 1955 yılında Rum İçişleri bakanının bizzat yapılandırdığı EOKA terör örgütü, bu fikrin ete kemiğe bürünmüş hali olarak ortaya çıkmış ve tedhiş eylemlerine başlamıştı.

İşler 1830 yılında alev aldığı günden beri iyi gidiyordu ve Kıbrıs, egemenlerin, tavşana kaç tazıya tut tavrıyla 1955’ten 1974’e kadar, Türklere karşı gerçekleştirilen katliam ve soykırımlarla dolu, karanlık bir dönem geçiriyordu.

Geçen on dokuz yıl boyunca, Kıbrıs’ı bir Yunan adası yapma girişimleri, geride yerinden yurdundan edilmiş, tecavüzlere, toplu katliamlara maruz kalmış bir halk bırakmış ama tarihin hiçbir döneminde Yunanlılara ait olmayan ada yine Yunanistan’a bağlanamamıştı.

Kıbrıs’ta olanlar yalnızca Kıbrıs’ta kalmıyor, Yunanistan ve Türkiye’de de etkileri oluyordu. Olaylar, hiç yenilmeden hep gerileyen Türklerde infiale; sutre gerisindeki egemenlerin sürekli sırtından ittiği Yunanlılarda, isterik heveslere neden oluyordu.

Ortada açık olmayan bir kavga vardı ve bir punduna getirilip, karanlık köşeden çakılan yumruklarla Türkler sürekli tökezletiliyordu. Yıllarca dillerde pelesenk olacak 6-7 Eylül Olayları bu dönemde meydana geldi.

Küresellerin tetikçiliğini yapan “Megalo İdea” inanmışları, ayrılıkçı tutumları ve işbirlikçi çabalarıyla, kendileriyle birlikte kimi Rum ailelerin de göç etmesinin zeminini hazırladılar.

O gün bu gündür, sanki aynı süreçte ne Türkler göçe zorlanmış, ne katliama uğramış, ne de kasıtlı ve bilinçli soykırıma uğramış, her yer güllük gülistanlık iken bir kısım Rumlar göç etmiş algısı devam ettiriliyor.

Türkiye’de kimi basın yayın organlarının ve aynı yolun yolcusu kimi kesimin tek yanlı çabalarından yabancısı olmadığımız, 6-7 Eylül olayları diye pazarlanan ve gerçeklerin önemli kısmının örtülerek, gizlenerek anlatılması geleneği, Bir Tutam Baharat filminde de devam ettirilmiş.

İzleyicinin filmle yakınlık kurması, gördüklerine yönetmenle duygudaşlık kurarak bakması sağlandıktan, yani filmin diliyle, ağzına bir parmak bal çalındıktan sonra, ana yemekler bölümünde, en çarpıcı mesaj veriliyor: “Bu sabah Türk askeri birlikleri bilinen herhangi bir neden olmadan, daha önceden herhangi bir uyarıda bulunmadan Kıbrıs adasını işgal etti. Türkiye Uluslararası yasaları ve ittifak anlaşmasını hiç sayarak adadaki Yunan ve Kıbrıslı kardeşlerimizin aleyhine döndü. Kıbrıs’taki bütün güçler bu işgale karşı topyekun savaşıyorlar. Şu ana kadar ölü ya da yaralı sayısı bildirilmedi. Herkes oradan gelecek haberleri bekliyor. Haberler bize ulaştıkça size bilgi vereceğiz.”

Herhangi bir neden olmadan, durduk yere, Türk Ordusu Kıbrıs’ı işgal etti diyor, İstanbul doğumlu ve çocukluğunu Türkiye’de yaşamış yönetmen Tassos Boulmetis.

Oysa 19 Temmuz 1974 günü Birleşmiş Milletler genel kuruluna hitap eden Makarios, filmdeki bilginin aksine, adada Yunan Cuntasının neden olduğu ve yönetmenin “Türk askeri birlikleri bilinen herhangi bir neden olmadan” diye aktardığı durumu şu cümlelerle şikâyet etmişti: “Yunan darbesi bir işgaldir ve bu işgalden Rumlar ve Türkler ciddi şekilde acı çekmektedirler.”

20 Temmuz 1974 günü gerçekleştirilen Mutlu Barış Harekâtıyla, Kıbrıs Türkleri yaşam hakkına yenden kavuşmuş, Yunanistan Cunta yönetiminden kurtulmuş, yeniden demokrasi çizgisine döndürülmüştü. Megelo İdea, kana buladığı Kıbrıs’ta tökezlemiş, işgal süreci kesintiye uğramıştı.

Keşke Tassos Boulmetis, başarılı sanatçılığını, bu ve benzeri militan tavırlı vurgularla, gerçeği örtme çabalarına ortak edip, yanlış üzerinden yönlendirmelerle lekelemeseydi.

Zaten film duygu olarak herkesi içine alıp, sarıp sarmalıyordu. Bir Tutam Baharat filmini izleyen herkes Türk Mutfağının bütün renklerinin aslında “İstanbul Mutfağına”, dolayısıyla Rumlara ait olduğu algısını yutmuştu.

Türk İstanbul’un zulüm, baskı, ayrılık ve gözyaşı dolu olduğunu, Rum Konstantinapol’un, bilim, yemek, eğlence ve huzurla ışıldadığını bilinçaltlarına yerleştirmişlerdi.

Büyükbabanın röntgen filmi üzerinden Türklerin açtığı yaraları, Mustafa’nın itici görüntüsüyle Türk Askerinin sevgi düşmanı olduğunu zaten kavramıştı izleyici.

Böyle inceden inceye işlenmiş yönlendirmelerle dolu bir kurmaca izledik ki, daha neler var neler…

Tassos Boulmetis, her sanatçı gibi kendi doğrularıyla bir öykü anlattı ve herkes de kendi algısı çerçevesinde filmden alacaklarını aldı.

Ancak günümüzde sinemanın sanat boyutu, o yapıtı izlenebilir kılmak için, bir nevi araç olarak kullanılıyor. Yapıtın temel siyasetini ise yapımcının görüşü, önceliği belirliyor. Hiç kuşkusuz her filmin bir yapım yönü var ve yapım pahalı bir iş. Yapımı kuran, kurmacanın yönünü de kuruyor. Nasreddin Hoca’nın özdeyişiyle, parayı veren düdüğü çalıyor.

Bir Tutam Baharat filminin parasını kim ödedi bilmiyorum ama uzun yıllardır yaratılan muğlak algıya uygun bir “Türkiyeli” işi olduğunu, filmi okuyarak izleyince anlamış olduk.

 

Yorum

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen adınızı buraya giriniz