TANRI DAĞLARINA DOĞRU

Bir kurmacanın yazanı Fransız, çekeni Alman olunca ortaya bambaşka öyküler çıkıyor.

Kazakistan’da geçen ama Kazakistan’ın aslında Kazakların dışında herkesin olduğu izlenimini uyandıran, belki de bu niyetle çekilen bir film Ulcan.

Ulcan, üç baş oyuncudan biri olan Kazak genç kızının adı. Türk yurtlarında, erkek çocuk özlemiyle dolu ana babanın, doğan kız çocuğuna koydukları bir ad Ulcan. Sonraki oğlan olsun dileğinin, dile gelmiş hali. Türkmen Türklerinin Oğulcan dediği, Türkiye Türkçesinde Olcan diye söylenen, güzel bir kız adı Ulcan.

Diğer Türk Cumhuriyetlerinde olduğu gibi Kazak Türklerine ait olmayan öykülerle, Kazakistan yurdunun ve yurttaşlarının süs gibi kullanıldığı filmler çekmek, batılı sinemacıların sıkça yaptığı işler.

Bu filmde de başlangıçta ne amaçla geldiği belli olmayan ama Kazak ninenin onu görür görmez “yüzünde ölüm var” dediği Fransız’ın özelinde, onu temel alan bir kurmaca oluşturulmuş.

Fransız, bir sonbahar günü, fazlalıklarını bıraka bıraka Kazakistan içlerine doğru yol alıyor; önce arabasından, sonra eşyalarından, beşer yüz avroluk bir deste parasından ve pasaportundan kurtula kurtula ama asla vazgeçmeden, burnundan kıl aldırmadan ilerliyor.

Ülkeye girişte aslında görevini yapan ama sonradan Fransız’dan acizce özür dileyen Kazakistanlı güvenlik amirinin, bağışlanma niyetiyle ona verdiği bir kaç yüz dolar onu Kazakistan’da “bey” yapıyor.

Bozkırın ortasında, terkedilmiş kolhoz görünümlü gizli askeri üssün kalıntılarında rastladığı, Kaman ruhu taşıdığı iddiasındaki Fransızca konuşan adamın önerisiyle ki, üçüncü baş oyuncu bu, ucuz olacağı için yaşlı bir at almaya karar veriyor.

Ulcan’la bu sırada tanışıyor. Tesadüf bu ya bozkırın ortasında Fransızca konuşan adam gibi, Ulcan da okuldaki tek Fransızca öğretmeni çıkıyor.

Neden yaşlı at istiyorsun sorusuna, ucuz olduğu için yanıtını veriyor. Ulcan, tersine, yaşlı atların daha pahalı olduğunu, çünkü onların bozkırı daha iyi tanıdıklarını, asla kaybolmayacaklarını söylüyor ve doru atı almasını öneriyor.

Ancak Fransız, buyurgan tavrıyla avulda gördüğü, Ulcan’a ait olduğunu bildiği kır atı istiyor. O satılık değil, bunu al diye gösterdikleri doru atı istemiyor, kır atta ısrar ediyor. Sonuçta, elindeki doları ve üstüne saatını veriyor, istediğini alıyor.

Fransızın yolculuğu, Ulcan’ın onu ısrarlı takibiyle Stalin dönemini anlatan öğelere ve yaşam koşullarına yer veren kurguyla devam ederken, neden geldiğinin ve nereye ulaşmaya çalıştığının da yanıtları veriliyor sırayla.

İki çocuğu ve karısını bir kazada yitiren adam, ruhunu teslim edeceği yer olarak Tanrı Dağını seçmiş ve suratsız tavrıyla ölüme doğru yol alıyormuş meğerse. Bu arada eline de bir Abay Kunanbay kitabı iliştirilmiş, evet, işlevsizce iliştirilmiş. Senaryo bu…

Fransız’ın ulaşmaya çalıştığı Tanrı Dağı, dört bir yanında Türklerin yaşadığı gerçeğinden koparılmış; Uygur, Kazak ve Kırgız Türklerince çevrelenmiş bir bölgenin orta yerindeyken, filmde belirsizliğin içine itilmiş, kimseye ait olmayan bir yer gibi masallaştırılmış.

Kazak’sız Kazakistan resmi çizen, kah Nasturi Hristiyanlar, kah Budistler üzerinden yeni öyküleri devreye sokan senaryoda, Fransız, kendi mitomanyasına çevresini de katma çabası güdüyor.

İflah olmayan oryantalist hayalciliğinin, gerçeği örten, doğruları gizleyen saptırıcı çabaları, senaryonun alt metnini oluşturan önemli bir katman. İnandırıcı olmasa da kafa karıştırıcı ve acaba şüphesini yerleştirici, fitne közünü alevlendirici çentikler, film boyunca yer buluyor.

Tüm bunlara karşın öykü güzel bir sonla bitiyor.

Karlarla kaplanmış Tanrı Dağının zirvesine kır atıyla gelen Fransız, sona ulaştığını düşünerek, doru atla ona eşlik eden Ulcan’dan geri dönmesini istiyor.

Ulcan, atalardan kalıt, binlerce yılın deneyimlerinden süzülüp gelen sezgisiyle adamı çözmüş, ses etmiyor. Onu dorukta bırakıyor, kır atı yedeğine alarak gidiyor. Aklı bir sonraki durumun hazırlığında, adamın görüşünden çıkıyor ve sislerin ardında yitiyor.

Yalnız kalan Fransızın, karanlık suratıyla dışa vurduğu katılığı çözülüyor, acizliğinin beslediği kibiri eriyor ve özüne eziyet etmekten yorulan vicdanı, Tanrı Dağının doruğunda, soğuktan titreyen vücuduna geri dönüyor diye düşünüyorum ve süngüsü düşük Fransız, tüm acılarını dökercesine katıla katıla ağlamaya başlıyor.

Doruktan inen Kazak kızı Ulcan, kır atı, yamacın girişine, yularını bir taşın altına kıstırarak bağlıyor…

Adı: Ulcan
Özgün Adı: Ульжан (Ulzhan)
Yönetmen: Volker Schlöndorff
Yazan: Jean-Claude Carriere
Müzik: Bruno Coulais, Kuat Shildebayev,
Görüntü: Tom Fahrmann
Kurgu: Peter R. Adam, Beatrice Pettovich
Oyuncular: Philippe Torreton, Ayanat Ksenbayi, David Bennent, Turakhan Sadykova
Yapımcı: Regis Ghezelbash, Sergey Azimov
Yapım: Kazakistan, Fransa, Almanya – 2007
Süre: 105’

ULCAN - 2007

Önceki İçerikAmerikalı Apaçiler Yerine Asyalı Türkler
Sonraki İçerikDiyorlar ki Toy Olacak; O Olmasın Bu Olsun!
" Yazacaksınız, yanılgı nerdedir, doğrusu ne olabilir; tartışacağız, iyisini elbirliğiyle araştıracağız. Hadi, hazır mısınız? Ben hazırım, ne eleştirmekten korkarım, ne eleştirilmekten; üstelik o çok sevdiğim kusurumu hâlâ düzeltemedim: Fena halde doğru söylerim!.” Atilla ilhan (1925-2005)

Yorum

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen adınızı buraya giriniz